Adalet ve domokrasi…

Ne hayat be kardeşim...

0
531

Ülke olarak çok zor ve kaotik günlerden geçiyoruz.

Nitelikli insan kaynağının “kabuğuna zorla çektirildiği, korkutulduğu hatta dövüldüğü ve birçoğunun da ikbalini yurt dışında aradığı” bir dönem.

Çamaşır makinesinde yıkanıp da çeken “pantol” gibi,  “kolları çekmiş”, “gövdesi daralmış” kazak gibi bir dönem bu dönem, bize ve insanlığa dar geliyor, yaşadıkça daral geliyor içimize, akla ziyan, kalbe eziyet bir dönem…

Hırsızın, diğer hırsızı görüp, hırsız vaaaar diye bağırdığı bir dönem bu dönem…

Öylesine günler bu günler işte.

Çalıyor, ama çalışıyor be abi diyenler mi ararsın,

Abi, ama dört şeritli yoldan uzaya gidecez olsun, bugünler de geçer diyenler mi ararsın,

Zamları “noel baba” yapıyor, gökten geliyor, muhalefet yapıyor, damdaki kedi yapıyor diyenler mi ararsın…

Ama arama, arama bunları diyen kişiler inan hemen yanı başında merak etme…

Akla ziyan işler…

Azıcık aklın başına geldi, tencereyi boş, cebine hortumun takıldığını gördün, yani uykudan uyanıp mahmur tam konuşacaksın,

Ya da gazetecisin, siyasetçisin, akademisyensin, artık yeter deyip tam diyeceklerini sıralayacaksın…

Çocuk parkındaki çekiç vurma oyunu gibi, uzanan kafalara, sesi çıkan kafalara, çekici indiri-indiri veri-veriyorlar bu dönemde…

Vururken de bağırıyorlar, bekaaaa, bekaaa…

Kim ki konuşur, fikrini söyler, toplanıp açıklama yapar, basın toplantısı yapar, bildiri okur…

Vay ki vay…

Toplum nefessiz, insanlar nefessiz, hayat renksiz, neşesiz…

Heyecan yok bir kere…

Üç büyüklerin maçları bile heyecansız şimdi. Rakip takımın seyircisini almıyorlar çünkü sahaya.

Güvenlik sebebiyle seyircinin alınmama kararını, güvenliği sağlayamayacağız diyenler; güvenlikten sorumlu kişiler veriyor iyi mi?

Biz güvenliği sağlayamıyoruz diyorlar açık-açık ve biz de öyle bakıyoruz, sus-pus.

Peki ya siz bizim güvenliğimizi bu şartlarda sağlayamıyorsanız ne zaman sağlayacaksınız diye soramıyoruz…

İşçiler, çalışma şartlarını, aldıkları asgari ücreti sorgulayamıyor, patronlarını eleştiremiyor…

İşçi kentinde işçi hakkını savunan siyasetin oy alamadığı, sonuncu geldiği tek ülkeyizdir emin olun…

Sendikaları bile sarattık bu ülkede…

Baroları böldük,

Adaleti çarptık-topladık-çıkarttık, derisini yüzdük alimallah…

Öğrenciler okullarını, yedikleri yemeği, bulamadığı yurdu, alamadığı eğitimi eleştiremiyor, işsizliğinin, huzursuzluğunun, mutsuzluğunun hesabını kimseden soramıyor…

Korkuyoruz…

Otobüse binen inene, inen binene kızıyor…

Trafikte yaya araca, araç yayaya kızıyor, küfürü basıyor, olmadı kavgaya tutuşuyor, o da olmadı birbirlerini çekip vuruyor…

Taksi bekliyorsunuz gelmiyor,

Taksici sizi götürürken bir gözü işte, diğer gözü yolda taksi bekleyen diğer müşteriyle oynaşta, “beklemesin yazıktır” diye yoldaki müşteriyi arabaya atarken, arka koltukta oturan size dönerek “abi ne .pne müşteriler var sadece ben gidecem diye tutturuyor yaa, yazıktır, ablamızı da, abimizi de yolda bırakır mıyım, halka hizmet hakka hizmet” nutuğunu atıveriyor,

En kısa indi-bindi ücretini ikimizden de alıp büyük bir pişkinlikle, gözümüzün içine baka baka cebine atabiliyor…

İkimizle de aynı anda, bir arabanın içinde kırıştırıyor kerata,

Hem dalgasını da geçiyor vesselam,

Ne de olsa anahtar onda tabiii..

Zamanenin taksicisi…

Eskinin Meyhane kültürünü de bitirdik, tükettik resmen…

Eskiden “halkın parlamentosu” diye deyişler asılırdı meyhanelerin duvarlarına…

Buralar; iki duble içip, musiki ile ruhu dinlendirilip, dertler, kederler için topraklama yapardı insanlara..

Geçmişten geleceğe konuşan, zevkle, neşeyle konuşup dostlarını bilgiyle yoğuran, doyuran edebiyat dehaları vardı, masasında olmaktan onur duyulan…

Bu insanlar, dehalar göçüp gittiler…

Şimdi o mekanların dönüştüğü bugünün o mekanlarında başka başka şeyler oluyor,

Kapılarında “body guard”,

Damsız girilmez,

Kazıklanmadan çıkılmaz,

Şişenin dibine vurup, düşün hayatına zırnık damlatamayan, özenti bir sürü oralarda,

Yaşar yaşamaz…

Eskiden tramvaylar vardı, otobüsler vardı, canlı, çanlı, zilli…

Gül kokan, parfüm kokan insanlar vardı, erkekleri ceketli, kravatlı, hep jilet gibi traşlı, kadınları döpyes giymiş, saçları yapılı, elleri ojeli, alımlı-çalımlı, gözleri parlatan, sıcak kanlı İstanbul şivesiyle konuşan insanlar…

Değişti, değiştik…

Metrobüste, iğne atsan yere düşmez şekilde sıkış-tıkış giderken, tenler birbirine yapışık, ter kokusuyla karışık parfüm kokan havada, nefeslerin karşılıklı yüzleri yaladığı bir ortamda, ablamın, bir eliyle tutamacı tutarken, diğer eline aldığı cep telefonunu kulağında tutup avaz avaz bağıraraktan ekmek tarifi verdiğini gördü, duydu bu gözler kulaklar…

Eskiden çiftlerin tanışması, tutkuları, arzuları, kocaman bir teferruat idi, vakaydı, eğlenceli anları, anıları, sıkıntıları, alınganlıkları, toplumun bakışlarından kaçamak buluşmaları, kaçışları, paylaşılan zorlukları, bitmeyen sevgileri, el ele, kol kola oluşları vardı, yoklukları paylaşmaları vardı, gül kokuları, demet demet çiçekleri, kızın kaçışı, erkeğin kaçırışı, başlık parası roman olurdu. Şiirler yazılırdı bu aşklara…

Şimdi ise, otobüste tanıştık, metroda göz göze geldik, metrobüste telefonlaştık, ekmek kuyruğunda gördüm vuruldum, işkurda yan yana aynı anda işe başvurduk, o anda birimize vurulduk anlatımları moda…

Geçen gün o meşhur “evlilik” programında Metrobüste tanışıp, ertesi gün evlenip, 6 ay sonra çocuk sahibi olanları bile duydu bu kulaklar…

Şoföre küfreden yayalar,

Yayaya küfreden şoförler,

Biri birlerine küfreden yayalar-şoförler gördük…

Olmadı, birbirini vuranları gördük trafikte.

Bu trafik düzeninde “yaya geçidinin” aslında yayaya kurulan bir tuzak olduğunu gördük…

Yediğimiz gıdalarda “tağşiş” olduğunu bakanlığın bültenlerinden okuduk,

O tağşiş yapan firmaların isim değiştirip üretimlerine devam ettiğini de gazetelerden öğrendik…

Rusya sınırından dönen “pestisit” oranı yüksek meyve-sebzenin sonrasında ne olduğunu bir türlü öğrenemedik…

Yazan gazetelere ceza yazıldığını gördük…

Şehirleşelim, modernleşelim diye,  gökdelenler, yüksek apartmanlar inşa ettik ama o binaların ses yalıtımını yapmayı bir türlü akıl edemedik…

Her türlü özel hayatını, apartman komşularınla birlikte yaşıyorsun yani, düşünsene o dört duvarın içinde yaptığın, yaptığınız herşey dairenin duvarlarından bangır bangır naklen yayında…

Düşünsene…

Apartman görevlisi seni görüp güler, Nuriye teyze “ah yavrum”, Vasfiye abla: “vah yavrum”, Hasan Amca “sendemi”, diğeri; “hadi yaaa bu mu”, bir diğeri: “ulan sabaha kadar uyutmadınız” diye içinden geçirip, bunu da bakışlarıyla hissettirip yanından geçer…

Psikiyatriden aldığı 46 raporu ile hepimize, her şeye küfredenleri de gördük duyduk…

Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde mi, yoksa yaralı aç kurtların pençelerinde mi yaşam!..

Çürümüşlüğü yaşıyoruz, derin çürümüşlük…

Bu ne anlayıştır, bu ne vicdandır?

Çöken üstümüze kara dumandır,

Herkes birbirine bunca zamandır

Bu kadar nefretle darılmamıştır.

Diyor Ümit Yaşar…

Haksız mıdır? Elbette hayıır.

Toplumların refahında, huzurunda, gelişmişliğinde demokrasi havadır, sudur, oksijendir…

Ancak bugün farkına vardığımız ve gözle görünür hale gelen denizlerimizdeki kirlilik, gıdamızdaki zehir, havamızın bozulan kalitesi, kentlerin betonu, virüsler, kuraklık, ısınma, insanların robotlaşması, sevgisizlik, aşksızlık, sıradanlık, bıkmışlık, açlık, hırsızlık, yokluk…

Hepsi ama hepsi Demokrasi’veSizlikten…

Ya De-Bokrasi,

Ya Demokrasi…

İkisi arasındaki seçim, senin be kardeşim, senin.

Akıllı ol artık daha ne diyeyim…